Geçtiğimiz kırk yıldan fazla sürede dünyanın her yerinde otokratik rejim sayısında inanılmaz, fakat gözlerden kaçan, bir düşüş görülmüştür. 1970’lerin ortalarında dünyada yaklaşık 84 otokrasi vardı; 2012’ye gelindiğinde ise sadece 20 – yüzde 75’lik bir düşüş. Bu değişim dünyanın her bölgesinde aşağı yukarı bir dereceye kadar görülmüştür.
Şiddet içermeyen, başarılı doğrudan eylem kampanyaları bu düşüşü sürdürmekte önemli bir rol oynamıştır. 1970’lerin sonundan 2006’ya kadar otokratik rejimlere karşı buna benzer – neredeyse yarısı başarılı – 39 kampanya gerçekleşmiştir. Bu başarı oranı şiddet içeren ayaklanmalara göre oldukça yüksektir. Söz konusu dönem boyunca az sayıda otokratik rejim, isyancı ordularla devrilmiş veya askeri dış müdahaleler ile görevden alınmıştır.
Geçtiğimiz yüzyılda şiddet içermeyen kampanyaların hem mutlak hem de askeri çekişmelere göre ne kadar başarılı olduğu, 2011’de Erica Chenoweth ve Maria J. Stephan tarafından, “Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict” başlıklı çığır açan çalışmada açıklanmıştır. 1900 ile 2006 arasındaki 323 şiddet içeren ve içermeyen direniş kampanyasına ait verilere dayanarak, Chenoweth ve Stephan şiddet içermeyen kampanyaların sayısında uzun vadeli bir artış tespit etmiş ve silahlı şiddete dayalı olanların başarı oranıyla karşılaştırmıştır.
Verileri 1900’den itibaren şiddet içermeyen kampanyaların sadece sıklıklarının değil, başarı oranlarının da arttığını göstermektedir.
Çalışmanın en dikkate değer bulgularından birisi, şiddet içermeyen kampanyaların başarı oranının, şiddet içeren ayaklanmalarınkinin iki katından fazla olduğudur. Ve 1980’den itibaren şiddet içermeyen kampanyaların toplam başarı oranı daha da artarken, şiddet içeren ayaklanmalarınki düşmüştür.
Örneğin 1980’lerde şiddet içeren kampanyaların yüzde 40’tan az olan başarı oranına kıyasla, şiddet içermeyen kampanyaların yaklaşık yüzde 52’si başarılıdır. Ancak 2000 ve 2006 (çalışmanın veriye sahip olduğu son yıl) arasında, şiddet içermeyen kampanyaların başarı oranı örneklerin içinde yüzde 70 iken, şiddet içeren kampanyalarınki yüzde 15’ten azdır.
Bu çarpıcı bulgular Soğuk Savaş’ın ardından büyük silahlı çatışmaların sayısındaki azalma için olası bir ek açıklama sunmaktadır: yani otokratik rejim karşıtları şiddet içermeyen direniş kampanyalarının başarısından giderek daha fazla haberdar oldukça, gitgide daha az başarılı – ve daha ölümcül – silahlı mücadele seçeneğini reddedenlerin sayısı artmaktadır.
Diğer bir deyişle, aktivistlerin şiddet içermeyen doğrudan eylem kampanyalarını tercih etmesiyle, önemli bir ikame etkisine tanıklık ediyor olabiliriz. Eğer gerçekten de durum buysa, diğer şartlar eşitse, dünya çapında büyük silahlı çatışmalardaki azalma için önemli bir ek açıklamamız var demektir.
Bunu ispatlamak zordur. İki stratejik yaklaşım, teoride, tamamen alakasız olabilir. Ancak bu uzak bir ihtimal gibi görünmektedir. Güvenlik çalışmaları literatüründe bir bağlamda başarıyla izlenen çatışma stratejilerinin diğerlerinde de benzerlik gösterdiğine dair bolca delil vardır. Şiddet içermeyen mücadeleler açısından da bu benzerliğin etkisi detaylı olarak açıklanmıştır.
Chenoweth ve Stephan tarafından incelenen şiddet içermeyen kampanya türünün başarısı ne kadar sürecek? Bunu ölçmek zordur. Ancak benzerlik etkisinin yanı sıra şiddet içermeyen kampanyaların sayı ve büyüklüklerinde yaşanan artışın rastlantısal olmadığını ve Soğuk Savaş Sonrası şiddet içermeyen kampanyaların artan başarısının süreceğini destekleyen iki iddia daha vardır.
Birincisi, toplumsal yapı daha karmaşık ve bağımsız hale geldikçe, sivil toplum içerisindeki kişi ve gruplardan devletin verimli işleyebilmesi için gerekli rolleri ele geçirenlerin sayısının arttığı iddiasıdır. Aynı şekilde, bu rollere sahip bireyler vasıfsız işçilerin aksine vazgeçilmezdir, yani değiştirilmeleri oldukça zordur.
Güney Afrika’da ırkçılığın ilk zamanlarında ülkenin madenlerindeki işçilerin çoğu vasıfsızdı. Greve gitmeleri durumunda kolaylıkla işten atılıp, işsizler arasına yollanarak, yerlerine vasıfsız yeni işçiler getirilebilirdi. Görevleri ile ilişkili “yapısal” güç sıfırdı. Günümüz Güney Afrikası’nın yüksek teknolojili maden işletmelerinde işçilerin büyük kısmı kalifiyedir. Bu işçilerin pratikte vazgeçilemez oluşu, ırkçı dönemin işçilerinin sahip olamadığı yapısal gücü sağlamaktadır.
Bu değişimlerin bir sonucu, karmaşık modern devletlerin kaba kuvvetle hüküm sürmelerinin ziyadesiyle zorlaşması olmuştur. Etkili yönetim vatandaşlar ve kilit devlet dışı gruplarla yüksek iş birliği düzeyini gerektirmektedir. Böyle bir iş birliğini reddetmek, şiddet içermeyen direniş hareketleri için etkili bir koz olmaktadır.
İkinci ve bağlantılı olarak, son 30 -dan fazla – yılda demokratikleşmeyi benimseyen ve otoriter yönetimleri reddeden büyük bir normatif değişim yaşanmıştır. Bu elitler kadar vatandaşlar tarafından da kucaklanan dünya çapındaki değişim, sadece 1970’lerin sonundan itibaren otokrasilerin sayısındaki azalmada değil, demokrasilerin sayısının günümüzde iki katından fazlaya çıkmış olmasında da anlaşılmaktadır. Bu dönemde otokratik hükümetlere karşı gerçekleştirilen şiddet içermeyen başarılı tanınmış kampanyalar söz konusu normatif değişimi teşvik etmiş ve aynı zamanda esin kaynağı olmuştur.
Sömürgeciliği bitirmeye yönelik dünya çapındaki hareketlenmede bazı kurtuluş stratejileri şiddet içeren çekişmelere, diğerleri şiddet içermeyen doğrudan eylemlere dayandı, ancak örneklerin önemli bir kısmında sömürgeci güçler, büyük bir normatif değişim yaşandığının farkına vararak, herhangi bir direnişe mahal vermeden bağımsızlığı kabul etmiştir. Ahlaki etmenlerden ayrı olarak, sömürgeciliği savunmak politik olarak rasyonel olmaktan çıkmıştır.
Bu gelişmeler sivil direniş kampanyalarının sayı ve başarı oranındaki artışın otokratik rejimlerin devrilmesinde oynadığı doğrudan rolün yanı sıra, otokratik yönetime karşı küresel normların güçlenmesinde de dolaylı bir rol oynadığını ortaya koymaktadır.
Diğer bir deyişle, şiddet içermeyen kampanyaların başarısı Chenoweth ve Stephan’ın yaptığı düşündürücü çalışmanın gösterdiğinden çok daha büyük bile olabilir.