Bu yazı, ABD Başkanı Trump’ın Müslümanlara yasak getiren kararnamenin şoku altında ve ders öncesi hazırlık yapılması gereken saatlerde yazıldı. Fakat kafama takılan soru: bizler, hocalar olarak, ‘‘olağan işlere’’ devam edip etmeyeceğimiz veya devam etmemizin gerekip gerekmediğidir yahut siyasetin sınıfı ya da bir kısmını belli durum ve zamanlarda ele geçirip geçirmeyeceğidir. Zira, 11 Eylül Salı günü öğleden sonra yahut takip eden günde post-doc araştırmacısı olarak bulunduğum bölümde, kimsenin her zamanki gibi ders yapmadığını çok iyi hatırlamaktayım. Ve Trump’ın başkanlığının ilk haftası ile Trump ve yönetiminin ‘‘olağan işlerdeki’’ konsantrasyonumu karartan benzer gölgeler oluşturduğunu sezmekteyim. Şimdi, sağ totalitarizmin Batı’da geri dönüşü ile birlikte, siyasal olarak tetikte hissetmekte ve akademisyenlerin, özellikle siyaset bilimi bölümündekilerin, siyasal sorumluluğunu tekrar düşünmekteyim. Hans J. Morgenthau Arşivinde (kongre kütüphanesi) çalışırken, nasyonal sosyalizmin yükselişte olduğu dönemde 1920’lerin sonundaki Alman orta sınıfının sıcak şömine önlerinde Goethe ve Heine hakkında tartışmalarından yakındığı bazı notları bulduğumu çok iyi hatırlamaktayım. Bu yakınma, farklı deyimlerle, toplumun üyelerinin siyasete olan ilgisizliği hakkındadır. Tarihçi Fritz Ringer’ın Alman Mandarinlerin1 Düşüşü adlı etkileyici kitabına göre, bu ilgisizlik Hitler’in yükselişine katkıda bulunmuştur. Şüphesiz ki, Birleşik Devletler yeni yönetimi, demokratik ahlaki değerlere ve batılı demokratik düşünce geleneğine karşı kültürel savaşım gayesinde bulunan bir dizi insanı, önde gelen baş ideolog Stephen Bannon ve onların lideri de dahil, bir araya getirecektir. Pekâlâ ne Bannon Goebbels ne de Trump Hitlerdir ancak onların demokratik hukukun, kuvvetler ayrılığının, konuşma özgürlüğünün, insan haklarının, anayasa ve uluslararası hukukun üstünlüğü karşısında narsistik yönelimlere, diktaya, ırkçılığa, partizan düşünceye ve milliyetçilik lehinde hareketlere verdikleri öncelikler kesinlikle gör ardı edilmemelidir. Daha iyi ifadeyle, Onların savaşımı tamamen ilk bahsedilenlere karşı olduğu anlaşılıyor. Birleşik Devletler Başkanlığı’nın çoktan bozulmaya yüz tutmuş etki alanı ve şerefi Trump’ı ehlileştireceğini ummaktayım. Hannah Arendt’in 1951’de ilk baskısı yapılan Totalitarianizmin Kökenleri’ndeki analizinin muhtemelen fiziksel şiddet anı dışında, Trump ve yönetimine mükemmel bir şekilde uymaktadır: ancak ayrıca biliyoruz ki şiddet yapısal ve kültürel veçheleriyle yansır. Bu bağlamda, Trump’ın konuşmaları hakkında yapılan analizlerin, özümsenen kültürel şiddeti açıkça ortaya çıkaracağı hakkında bir şüphe kalmaz (seçim kampanyaları sırasında bu yönde birçok olayı biliyoruz, hem de fiziksel şiddeti tırmandırma etkisini). Başta siyasi ideoloji hakkında olmakla birlikte tüm diğer kriterlerden hareketle, Arendt’in totalitarizm analizi, Trump’ın politikasıyla eşleşmektedir. Trump ve çevresindeki insanlar demokratik siyasete ve görünüşe karşı verdikleri savaşımda ciddi kayıplar vereceklerinden ve göründüğü kadar kötü olmayacağından-çünkü zaten kötü- arzu ve naiflik içinde geri çekilmemeli ve uyanık olmalıyız.
Bannon’un başyazılarının, konuşmalarının, bloglarının ve onun Breitbart News’in editörü olarak utanç verici geçmişinin analizi en az iki şeyi gösterir (sağ kanat, totaliter içerik dışında): İlk olarak, bu kişi kültürel bir savaş yürütmede ciddidir; İkincisi, göz ardı edilemeyecek kadar stratejik olarak akıllıdır. Ve şimdi Birleşik Devletler Başdanışmanı ve Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi oldu. İhtiyacımız olan başka şey, uyarı çanları kızıla döndüğünde, Trump’ın kararnamelerinin gerçek içeriğini unutmamaktır.
“Fakat tetikte olmak ve totalitarizmin bu yeni formuna karşı birleşmek (Avrupalı hükümetler suç ortağı haline dönüşmemek için çok dikkatli olmalılar-Theresa May’in 27 Ocak Cuma günkü ziyareti burada pek ümit verici değildi) öncelikle bir sağ-sol problemi veya cumhuriyetçi ya da demokrat (parti) yönelimleri ile (ABD bağlamında) ilgili değil, fakat daha temel bir sorunla ilişkilidir; bu da insana saygı ve itidaldir. Bunlara sahip olmayan totaliterler muhtemelen bir sürpriz olmasa da, kurumsal direnişin dışında asıl yüzleşilmesi, karşı konulması veya yenilenmesi gereken Arendt’in totaliter hükümetleri ve insanlığın ve “birlikte var olmanın” kaybını analiz eden çok daha derin ana fikirleridir.”