Cullen Hendrix birkaç hafta önce “nadiren” gerçekleşen olayların öngörülmesinin zorluğu üzerine bir yazı yayınladı (“Shit Happens”1). Bu yazı, politikacılar tarafından neyin “kötü bir şeye” yol açabileceğini öngörmesi istendiğinde Hendrix’in nasıl tepki verdiği konusunda yaptığı zekice bir değerlendirmeydi. Aslında kokteyl seçerken ben ve Hendrix arasında bir fark olmadığı halde, politikacılardan gelen bu tür sorulara karşı kendi tutumumun değişik olduğumu fark ettim.
İlk iş olarak pek çok sosyal bilimcinin olası varsayımları kabul etmesine ve bir olayın meydana gelmesinde az ya da çok belirleyici olan genel eğilimleri saptamasına rağmen, bir kişi hangi genel trendlerin ilişkili olduğuna dair pek çok deneme yapabilir. Hendrix , rasyonel bir argümanın makul bir şekilde ele alınmasını şöyle özetler: “Bir şeyin neden gerçekleştiğini anlamak için ilgili aktörleri tanımlamalı, çıkarlarını belirlemeli ve sonra bu aktörlerin etkileşimlerinin nasıl şekillendiğini anlamalıyız. Daha sonra aktörlerin gerçekleşmesini tercih ettiği sonuçların meydana gelme ihtimalini maksimize edecek stratejiler izlediğini varsaymalıyız.”
Ama bahsi geçen genel eğilimlerin rasyonalist olması gerekmez. Farklı teorik mercekler , farklı aktörlere odaklanırlar ve oldukça değişik genel eğilimlere ulaştıran farklı bir düşünce yapısının haritasını çıkarabilirler. Dan Drezner’ın olası bir zombi istilasında küresel politikanın nasıl etkilenebileceğine dair yaptığı analizi ele alalım (bu örnek kuşkusuz nadiren gerçekleşebilecek bir olay). Drezner konuyla alakalı önde gelen uluslararası ilişkiler teorilerinin yaklaşımlarını kullanarak farklı öngörülerde bulunuyor: Realistler büyük bir değişim beklemeyeceklerdir (çünkü zombiler tıpkı insanlar gibi güç peşindedirler). Liberaller bir ‘zombilerle mücadele rejimi’ öngöreceklerdir (çünkü zombi istilaları çok önemli bir dışsallıktır). Konstrüktivistler (Yapısalcılar), insanların mevcut normlar etrafında bir araya geleceğini ve belki de yeniden canlanmış cesetlerin söz konusu normlara uymalarını sağlayabilmek için bu cesetleri sosyalleştireceğini, dolayısıyla (insanları sosyalleştirebilmek için zombilerle mücadele faaliyetlerine ihtiyaç duyacak olmalarına rağmen) oyunu tamamen değiştireceklerini varsayacaktır. Drezner aynı zamanda iç politika, bürokratik siyaset ve psikoloji alanlarından birbiriyle çelişen açıklamaları ikame ediyor ama siz Drezner’in ne anlatmak istediğini anlıyorsunuz.
Bu öngörülerden her biri, önemli ampirik mesnetlere dayanan araştırmalarla desteklenmektedir. Herhangi bir olay (ya da olayın gidişatı) söz konusu yaklaşımların kapsadığı bazı aşamalarla örtüşebilir. Bunlardan bir tanesini seçmek (ya da birini diğeriyle kıyaslamak) yerine, bu konu hakkındaki çeşitli düşünce yapılarını açıklayabilir, hangi kanıtların politikacılara geleceğe yönelik çıkarımlar yapma konusunda yardım edebileceğini değerlendirebiliriz. Örneğin; zombi-insan ittifakına dair elde edilebilecek kanıtlar, güç dengesi teorilerinin potansiyel yararlılığının göstergesi olabilir: bazı zombilerin kendilerini insan beyni yeme konusunda dizginlediğine dair elde edilebilecek kanıtlar, sosyalleşme potansiyelini doğrulayabilir. Drezner bu analizinde, ağlar , mekanlar , ulus ötesi koalisyonlar ve kolektif mobilizasyonlar hakkındaki yeni ve ilgi çekici çalışmaları atlamıştır ama bahsettiği konu aynıdır. Gelecekle ilgili bir politika sorusunu cevaplayabilmek için akademik çalışmalardan sonuna kadar yararlanabilmek adına, ben, işe geleceği farklı teorik merceklerin gözünden hayal ederek başlardım ve her bir teoriyi destekleyen ya da çürüten kanıtları arardım.
İkinci olarak, makro seviyedeki olaylar çoğunlukla mikro seviyedeki dinamiklerin ürünüdür. Birinin bir soruyu değerlendirmeye karar verdiği seviye -ve seviyeler arasındaki potansiyel etkileşimleri nasıl anladığı- bir “tahminin” parçalara ayrılması konusunda başka bir yol önermektedir. Bu noktada savaşı düşünmek ilginç olur. Biz savaşı genelde makro seviyede, kolektif bir grubun önderleri tarafından diğer kolektif gruba karşı ön plana çıkarılan bir çaba olarak düşünüyoruz. Savaş durumu iki taraf için de maliyetli olduğundan, çoğu insan savaşı istenmeyen ve hatta bu nedenle kaçınılması muhtemel bir durum olarak varsaymaktadır. Buna rağmen, sivil savaş üzerine yazılan yazıların bu denli artması, bizim savaş olarak saydığımız şeylerin aslında çoğunlukla mikro dinamiklerin ya da daha çok yerel bazda idrak edilen şiddetin birikimi olduğunu göstermiştir. Şiddetin iki tarafın mutabakat sağlayamaması fikrine dayandırılması, fırsatçı siyasi liderlerin kolektif hedefler yerine kişisel hedeflerine ulaşmak için şiddeti bir araç olarak kullanabileceği gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Polis veya diğer yerel yetkililerin taraf tutarak , misilleme yaparak veya bireylerin diğer fırsatçı faaliyetleri gibi yerel dinamiklerin, lider kadrosu tarafından yönlendirilmemesine rağmen makro mücadeleler olarak algılanan şiddeti körükleyebileceğini de ıskalamaktadır. Şiddetin mikro süreçleri tuhaf ya da gözlenemez değildir ama pek çok siyaset bilimcinin gözlemlerinin dışında kalıyor olabilirler. Dolayısıyla bir analiz seviyesinde beklenmedik kabul edilen bir şey, diğer analiz seviyesinde beklenen bir şey olabilir.
Sonuç itibariyle, (özellikle de bugünlerde beklenmeyen olaylar her yerde yaşandığı için) sıklıkla şaşırıyoruz; dolayısıyla, yeteneklerimiz konusunda ihtiyatlı davranmamız gerektiği hususunda Hendrix’le aynı fikirdeyim. Bunun da ötesinde, olması muhtemel olan -ve bu bağlamda hangi politikanın izlenmesi gerektiği- hakkındaki karara, Drezner’ın da söylediği gibi “bilimden çok sanat” diyebiliriz. William James ve Charles Pierce’tan Hans Joas’a kadar pragmatistler, hem sezgisel hem de sembolik akıl yürütme yöntemlerinden yararlanarak elde edilen kanıtları ölçüp tartma becerisinin doğru bir siyasi karar verme bağlamında anahtar olduğu konusunda hemfikirdirler. Politikacılara sahip olduğumuz en iyi cevabı vermek yerine onlara yaptığımız çalışmaları göstererek teorik mantığı kendi bilgi ve sezgileriyle bütünleştirmelerine yardımcı olabilmeliyiz.